Edebiyat Dünyası
Hatice Utkan

  -Kitap-lık dergisi – Mart 2009

http://www.ykykultur.com.tr/dergi/?makale=824&id=124

Her Amerikalının kendisiyle ilgili bir şeyler bulduğu bir roman karakteri: Harry Rabbit Angstrom. Lisede bir basketbol yıldızı, sonra parlamayan ışığını sonsuza kadar söndüren aşktan uzak bir evlilik ve nefret ettiği işiyle yaşamak zorunda kalan Rabbit, yaratıcısı John Updike için sadece bir başlangıçtı.

76 yaşında kanserden ölen Updike, orta sınıfı sınırları aşarak anlatan, Pulitzer Ödülü bir yana, genellikle yaşadığı toplumun kültürel yanlarını ele alan ve dilin en güzel hallerini sıradan yaşamları anlatmak için kullanan bir yazardı.

Gerçek bir sanat eseri yaratmak için büyük şehirden kaçan ve yaşamını Ipswich Massachusetts’te sürdüren Updike, orta sınıf kadınlarının sıkıntılarını en iyi anlattığı Witches of Eastwick (Kasabanın Cadıları) romanında üç sıradan kadının küçük bir şehirde yaşadıklarını yazmıştı. Baskı, yozlaşma gibi Amerikan toplumunun yüz yüze geldiği sorunları sabırla anlatan yazar bir konuşmasında ilham aldığı toplum için “Her şeyin ortasını severim, özellikle de toplumun ortasını severim. Asıl büyük belirsizlikler ve aşırılıklar orada saklıdır.” demişti.
Updike sadece kültürel eleştirileriyle değil tarzıyla da kendini dünyaya kabul ettirmişti. Kitap eleştirmeni, sanatçı, roman ve öykü yazarı edebi metinler yaratma yönündeki başarısını New Yorker dergisinde yayınladığı öykülerle okurlarıyla paylaştı.

Kolay ulaşılabilir ve anlaşılabilir bir yazar izlenimi veren Updike tüm yaşamını bir orta sınıf mensubu gibi yaşadı. Kimse sıradanlığı onun kadar büyüleyici şekle getiremezdi. Birçok eleştirmen ölümünden sonra da onun nasıl bir yazar olduğunu ya da yeterince ciddiye alınıp alınmadığını sorgulamaya devam ediyor. O belki de her zaman bunu istemişti. Kendisinin romanlarında sorduğu soruları eleştirmenler de ona sormalıydı. Couples (Çiftler) adlı romanında Updike “Yeni bir çiftle ne yapılır?” sorusunu sorarken aslında kafa karıştırmaktan çok cevap arayan bir yazardı, In the Beauty of the Lillies (Lilyumların Güzelliği) adlı kitabında ise dini, filmler aracılığıyla sorguluyordu. Kendi zamanından bu yana Hollywood etkisini ortaya çıkardı.

Updike gerçek Amerikan rüyasının kapitalist toplumlarda görülen ahlaki etkilerini yansıttı. Paranın ve hırsların insanlığı nasıl etkilediğini anlattı. Onu diğer yazarlardan farklı yapan özellik “ortada” bulduğu “fazla” ve “az” anlatılarını toplumla ilişkilendirmesiydi.

Hiç duyulmamış seslerin yazarları

Charles Dickens, romandaki karakterlerinin gerçek benliklerini bulmak, onların nasıl konuşturması gerektiğini keşftemek istermiş. Bu yüzden aynanın önünde saatlerce konuşma tarzlarıyla ilgili alıştırmalar yapar ve karakterlerine uygun sesleri ararmış.

Eğer edebiyat canlı performans yapılması gereken bir sanat olsaydı herkes Dickens’ın yaptığı gibi karakterlerini aynanın önünde keşfetmeye çalışırdı. Ses ve sessizliğin ne kadar önemli olduğu hatta konuşma tarzının bir insanı ne kadar değiştirdiği o zaman belli olurdu.

Edebiyatın belki de en eğlenceli yanı biraz gizemli kalmasıdır. Çok sevdiğiniz, çok okuduğunuz, hatta düşüncelerinizde kahramanlaştırdığınız kaç yazarın sesini duyabilirsiniz? Belki de onlar Dickens gibi aynanın önünde alıştırma yapmıyorlardı, vurguya önem vermiyorlardı ya da ses tonları ve konuşmaları yazdıkları kelimelerin büyüsünü taşımıyordu. Artık bunu keşfetmek mümkün. Çünkü Londra’daki British Library ölmüş yazarların seslerini tartışmalar ve özel okumalarla birlikte bir CD içinde yayınlamaya karar verdi.
Bu birçok okurda hayalkırıklığı yaratabilecek cinsten bir edeneyim olabilir. Diğer yandan karanlıkta kalmış sesleri gün ışığına sürmek eğlenceli de karşılanabilir.

Auden’in edebi konuşmaları arasında değindiği bazı konular okuyucularını biraz sıkabilir. Ama Auden en azından sesiyle küçülen yazarlar arasına girmekten ince bir çizgiyle sıyrılır. Virginia Woolf ise gerçek bir hayalkırıklığı olabilir. Woolf eğer kendi üslubu gibi konuşuyor olsaydı hiçbir problem olmayacaktı ama maalesef Woolf’un sesi kendi hassasiyetine hapsolmuş, kendine güveni olmayan biri gibi geliyor kulağa. 1937’de yapılan kayıtlarda sıkılmış bir kadının sesi duyuluyor. E.M Forster’ın konuşmaları ve sesi de okura gerçekleri hatırlatıyor ve “o sadece bir insan” yankıları bırakıyor kulakta. Forster kendi yeteğeninin farkında olmayan sıradan bir insan gibi konuşuyor. Aldous Huxley’i sorguya çeken John Lehmann sayesinde neredeyse bir polis sorgusunda olduğunuzu düşünebilirsiniz.

Gerçeklerin edebiyat dünyasında da kabullenilmesi zor. Ama bazı yazarlar okurları tatmin edebilecek kadar parlak görünüyor hatta aynı karakterleri gibi konuşurken de tarz sahibiler. Mesela İngiliz oyun yazarı ve eleştirmen Noel Coward altı saat boyunca uçağını beklerken tiyatroyla ilgili çok ilginç eleştirilerde bulunuyor ve “Tiyatroda propaganda ölmüştür” sözleriyle konuşmasını bitiriyor. Yazarları dinlerken aslında yazı yazmayla konuşmanın arasındaki ince uçların birbirinden ne kadar uzak durduğu anlaşılıyor, dinlemenin de ne kadar keyifli bir yansıma olduğu anlaşılıyor.

James Baldwin bize sevdiği caz müzisyenleriyle ilgili bilgiler verirken, Raymond Chandler ise henüz bir kadeh viskisini içmiş, bir caz barından çıkmış gibi müzikal, vurdumduymaz konuşmalar yapıyor. Henry Miller kendini en uç köşelerde ifade ederken tüm yazarlar arasında gözlerinizi kapadığınız anda sonsuza kadar tek bir kişinin sesini duymak istediğinizi anlıyorsunuz: Nabokov. Rus yazar gizemli ve karizmatik sesiyle herkesi bir kez daha kendisine hayran bırakıyor.

Kendi eserleri gibi gerçekten uzak ama bir o kadar da gerçeğin içinde saklı kalan güzellikleri bulmuş gibi konuşmaya devam ediyor. Her kelimesinde büyülü bir toz serpilmişçesine şiirsel konuşmalar yapan Nabokov ses tonu ve vurgulamasıyla da edebiyat dünyasının en karizmatik sesli yazarı olabilecek gibi görünüyor.

Leave a comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *